Bu sene ODTÜ Onur Yürüyüşü, İstanbul Trans Onur Yürüyüşü, İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü ve Eskişehir Onur Yürüyüşü’nü takip eden Av. Abdullah ile görüştük.
Üç senedir aktivizm alanında olan ve iki senedir avukatlığı meslek olarak icra eden Abdullah’a bu yılki yürüyüşlerle ilgili gözlem ve görüşlerini sorduk.
Lubunyaların sokak aktivizmindeki görünürlüğünde temel hak ve özgürlükler üzerinden gözlemlerin neler oldu?
Siyasal iktidar ve toplumsal iktidarlar tarafından LGBTİ+’ların sürekli olarak hedef gösterildiği, var olan hak ve özgürlük alanlarının saldırı altında olduğu, doğrudan LGBTİ+ varoluşların kendisinin kriminalize edilmeye çalışıldığı ve tüm bunların yoğunluklarının arttığı ve yöntemlerinin çeşitlendiği bir bağlamdayız. Böyle bir bağlamda da tabii ki lubunyaların toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, ya da başka bir deyişle protesto hakkı fiilen ortadan kaldırılmak isteniyor. Bu saldırılara karşı ülkenin dört bir yanındaki lubunya aktivistler ise Onur Yürüyüşlerini örgütleme konusunda daha farklı yöntemlere başvuruyor. Çünkü artık alışageldiğimiz şekliyle bir Onur Yürüyüşü yapmak demek mutlak yasak kararlarıyla karşılaşmak ve bu kararların uygulaması olarak polis müdahalesine, polisin kötü muamele ve işkence suçlarına maruz kalmak demek. Dolayısıyla temel bir anayasal hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanmak için lubunyaların sokağa çıkma biçimlerini çeşitlendirmek ve değiştirmek durumunda kaldığını görüyoruz.
Geçtiğimiz yıllara nazaran bu yılki polis baskısını ve şiddetini nasıl değerlendiriyorsun?
Bu sene daha farklı motivasyonlardan kaynaklanan ve daha farklı şekillerde cereyan eden bir polis şiddeti gördük. Bunu anlamlandırmak için Türkiye’de Onur Yürüyüşlerine yönelik yasak ve müdahalelerin yakın tarihine bakmak gerek. Bu tarihi temel hatlarıyla şöyle düşünebiliriz: İlk yasak ve engellerden sonra yıllarca yasaksız şekilde yapılan ve giderek kitleselleşen yürüyüşler, İstanbul’da 2015’ten itibaren başlayan ve gelenekselleşen yasaklar, Ankara’da 2017’de OHAL ile gelen ve OHAL’den sonra da devam eden süresiz yasaklar, ardından İstanbul özelinde yürüyüşün ötesinde Onur Haftası etkinliklerinin tamamının yasaklanması ve son olarak geçtiğimiz sene İstanbul’da 373 ve ülke genelinde 530 kişinin gözaltına alınması. Bugün artık geldiğimiz noktada farklı şehirlerde ilan edilen neredeyse tüm etkinlik ve yürüyüşler yasaklanıyor, yasaklara rağmen sokağa çıkmak ise yaygın ve keyfi gözaltılarla karşılaşmak demek. Bu yüzden bu sene birçok Onur Yürüyüşü komitesi daha güvenli şekilde yürüyebilmek amacıyla yöntem değişikliklerine gitti. Polisin baskı ve şiddeti de bu bağlamda farklılaştı.
ODTÜ Onur Yürüyüşü deneyimimden başlarsam burada açık çağrının yapıldığı alan saatler öncesinde polisler tarafından tamamen ablukaya alınmıştı. Polis de kalabalık ve gergin şekilde burada bekledi ve burada aslında LGBTİ+ aktivisti olmayan öğrenciler gözaltına alındı. Çağrının yapıldığı alan böyle bir abluka altında olduğu için aktivistler kampüsün başka bir noktası olan yurtlar bölgesinde toplandı, basın açıklamalarını okudu ve kısa bir yürüyüşle dağıldı. Polis bu bölgeye kalabalık şekilde gelemediği için burada bir müdahale gerçekleştirememiş oldu. Bu yüzden de basın açıklamasına katıldığını gördüğü kişileri saatler sonra, artık ortada herhangi bir eylemlilik de kalmamışken okuldan çıkmak için taksiye binmek istediklerinde gözaltına aldı. Polisin kendi mantığı açısından görevi eylemi dağıtmak olmasına rağmen burada artık eylemden saatler sonra dağılan insanların bu mantığa da ters şekilde ve keyfi olarak gözaltına alındığını gördük. Geçtiğimiz yıl ODTÜ Onur Yürüyüşü’nde aktivistler merkezi bir konumda kalabalık şekilde toplanmış, basın açıklamasını yapmış ve belli bir süre yürümüştü, polis bunun üzerine biber gazıyla insanların peşinden koşmaya başlamıştı. Bu sene ise artık diğer Onur Yürüyüşlerinde de gördüğümüz şekilde kamusal bir yere ve belli bir saate çağrı yaparak toplanma imkanı olmamış oluyor. Komiteler daha güvenli yollar arıyor ve polisin davranışı da buna tepkisel olarak gerçekleşiyor.
9. İstanbul Trans Onur Yürüyüşü’nde de benzer şekilde, basın açıklaması müdahalesiz şekilde yapıldı ve dağılındı. Yani eylem burada bitmişti. Polisin herhangi bir müdahalesi olmasa devam eden bir eylemlilik de olmayacaktı. Ancak basın açıklaması anına müdahale edemeyen polis bu sefer zaten dağılmakta olan insanların peşinden koştu ve bu kişileri gözaltına aldı. Gözaltı takibi sürecinde şunu da gördük: Bir kişi aslında lubunya ya da lubunya aktivisti olmadığı halde sadece saçı yeşil olduğu için alınmıştı. Yani polislerin asıl eylemliliğe müdahale edemeyince ve bunun hırsıyla, keyfiliğin dozunu iyice absürt bir seviyeye çıkararak artık LGBTİ+ atadıkları ya da herhangi bir şekilde farklı gördükleri kişileri dahi alakasız şekilde gözaltına aldığını gördük.
31. İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nde de başarılı bir şekilde toplanıldı, basın açıklaması yapıldı ve otoparktan oldukça büyük bir bayrak sallandırıldı. Ardından insanlar dağıldı ki bu dağılma da bayrakların bırakılması ve alandan uzaklaşılması şeklindeydi. Bu noktaya kadar polis herhangi bir şekilde müdahil olamadı. Peki nasıl bu kadar gözaltı oldu? Polisin yine asıl toplanmaya müdahale edemediği için hırslanması ve bunun sonucunda kanundışı şekilde gözaltı işlemi yapması sonucu oldu. Benim şahit olduklarım da buradan başlıyor. Bana dediler ki “5 kişi şu kafede oturuyor ve gözaltına alınma ihtimalleri var”. Ben de oraya gittim, kafenin önünde 20 tane polis vardı. Biz orada yarım saat oturduktan sonra polisler geldi ve “Sizi ya dışarıda alalım ya da burada gözaltı yapacağız” dediler. Arkadaşlar da sert bir fizikî müdahaleye maruz kalmamak için dışarı çıktılar ve gözaltına alındılar. Kafede otururken gözaltına alınmış oldular aslında. Bu noktada polislere neden gözaltı işlemi yaptıklarını sordum, 2911 sayılı Kanun dediler, bu kanunun hangi maddesi peki dediğimse ise cevap veremediler. Çünkü işin insan hakları ve hukuk boyutunu geçip sadece kanuna baktığımızda dahi görürüz ki 2911 sayılı Kanuna göre birinin cezalandırılması için en düşük eylem, kanuna aykırı gösteri ve yürüyüşe katılarak ihtara rağmen ısrarla dağılmamaktır. Bu noktada görüyoruz ki polis kanundan en temel anlamda bile haberdar değil; herhalde eyleme katılmanın kendisinin suç olduğunu düşünüyor. Bu kafe olayının ardından da bu sefer insanların marketten gözaltına alındığının haberi geldi. Oraya gittiğimizde de yürüyüşe katılmayan, yürüyüşün gerçekleştiği semtte bile olmayan, bir araya gelip marketten ekmek, peynir alan bir grup kişinin gözaltına alındığını öğrendik. Sebep polisin onları lubunya olarak atamasıydı. Burada polislerle iletişim kurmaya çalıştık ancak “Kaç kişiyi gözaltına aldınız?”, “Hangi hastaneye götüreceksiniz?”, “Gözaltına aldıklarınız arasında müvekkilim var görüşebilir miyim?” gibi soruların hiçbirine yanıt vermediler ve avukatları da alandan itekleyerek uzaklaştırdılar. Polisin bir avukata yönelik fiziksel müdahalesine tepki göstermem sonucu ben de gözaltına alındım ve 12 saat boyunca gözaltında kaldım.
Eskişehir Onur Yürüyüşü’ne gelirsek o da şöyle oldu; alanda toplanan 20 kişilik bir grup basın açıklaması okumak için pozisyon aldı, açıklama başlamamışken polis “Valiliğin yasak kararı var okuyamazsınız” dedi. Açıklamayı okumak için telefonunu çıkarmış olan arkadaş “Bize dağılmamız için süre verir misiniz?” dedi, polis ise “Alıyoruz arkadaşlar” diyerek gözaltı işlemine başladı. Yani gözaltı başladığında açıklamanın ilk kelimesi bile okunmamıştı, herhangi bir şekilde bayrak ve döviz yoktu, bir yürüyüş yoktu. Dışarıdan bakan bir insan için bu toplanmanın LGBTİ+’larla alakalı olduğuna dair herhangi bir gösterge yoktu. Burası artık polis müdahalesinin kendi içinde bile mantıksız olduğu bir aşama olmuş oluyor. Kanunun suç fiili açısından tanımı açık: “Kanuna aykırı toplantı veya gösteri yürüyüşüne katılarak ihtara ve zor kullanmaya rağmen dağılmamakta ısrar etmek”. Burada kanuna aykırılığı, dağılmamakta ısrarı vesaire geçiyorum, ortada henüz bir eylem dahi yok. Başlamayan bir eylemin doğrudan müdahaleyle karşılaşması gibi bir duruma geldik. Polis şiddetinin artık pratikte tamamen kanunların dışında, 2911 sayılı Kanunun mantığına dahi aykırı bir şekilde gerçekleştiğini, bunun arkasında polisin sahip olduğu eyleme katılmanın kendisinin suç olduğu düşüncesi olduğunu ve hatta bu suçun cezasını verme konusunda polisin kendisini yetkili gördüğünü görüyoruz.
Avukat kimliğin Onur Ayı etkinliklerinde temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından hukuksuzca yasaklanan etkinliklerde ve devletin doğrudan lubunyaların varlığına dönük sistematikleştirdiği şiddete karşı etkisini nasıl görüyorsun?
Etkinlikler açısından polisin doğrudan fiziki müdahalesi pek gördüğümüz bir şey değil. Çünkü bu konuda yasaklar etkinliği engellemeye yetiyor ve bu noktada bizim avukat olarak yapabileceğimiz pek bir şey yok. Geçen sene İstanbul Onur Haftası etkinlikleri yasaklandığında da bu sene Lambdaistanbul’un çay etkinliği Onur Haftasına denk geldiği için yasaklandığında da gördük ki anlık olarak hukuki bir çözüm üretme şansımız olmuyor. Bu durumlarda hukuk mantığı açısından atılabilecek yegane adım yasak kararlarına karşı idari dava açmak ve burada da yürütmeyi durdurma talep etmek. Ancak pratikte aynı gün içinde bu kararı alamıyoruz elbette. Dolayısıyla etkinliklerden ziyade yürüyüşler üzerinden konuşabiliriz avukatların etkisini.
Yürüyüşlerde, benim deneyimimde, avukatlar olarak polisin yaptığı gözaltı işlemlerine -istisnalar dışında- engel olamıyoruz ama başka bazı işlevleri yerine getirebiliyoruz. Polisin kötü muamelesine itiraz etmek, bunları belgelemek ve yazılı olarak ifadelerde belirtmek, kişilerin durumu ve gözaltı işlemlerinin aşamaları hakkında polisten bilgi almak gibi. Görüntü alma konusunda daha avantajlıyız bir de, polis görüntü aldığımı gördüğünde “Kapat videoyu, alma” diyebiliyor ama avukat kimliğimi gösterdiğim zaman etkileşim burada kesiliyor; avukat olmayanlar açısından ise polisin telefonlarına hukuksuz şekilde el koyarak alınan görüntüleri sildirdiğine şahit oluyoruz. Yani böyle ikincil diyebileceğimiz konularda bir etkimiz olabiliyor ama genel olarak polisin yaptığı işlemlere ciddi bir engel oluşturabildiğimizi söylemem pek mümkün değil, çünkü iş o raddeye gelince polis bizi de keyfi şekilde gözaltına alabiliyor.
Etkinlik ve yürüyüş anları dışında, bu anların dava konusu yapılması sonucu avukatlar açısından daha geniş bir yargısal aktivizm alanı görüyoruz. Alanda sınırlı olarak yaptıklarımıza kıyasla mahkeme salonlarında kişilerin kendilerini güvenle ifade edebilmeleri için alanlar oluşturabiliyor, polis şiddetini teşhir edebiliyoruz. Tabi bu sorunun avukat kimliği ifadesiyle sorulmuş olması da biraz gullüm olmuş oluyor çünkü ben Eskişehir’de avukat kimliğimi göstererek gözaltına alındım ve sonuçta avukat kimliğime el konuldu. Sonrasında onu bulamadık dediler ve ben de mecburen kimliğimi yeniletmek zorunda kaldım. Yani kimliğin o kadar da işlevsel olduğunu söyleyemeyiz.
Gözaltı süreçlerinde lubunyaların ihlal edilen hakları neler oluyor? Avukatlar karakol sürecinde hak ihlallerinde doğrudan müdahil olabiliyor mu?
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ihlal edilerek gözaltına alınan lubunyaların gözaltı süreçlerinde de çeşitli hakları ihlal ediyor. Örneğin su, yemek, tuvalet, sigara, temiz hava ve ilaç gibi temel gereksinimlere erişim keyfi şekilde engelleniyor. Bunlar kimi zaman uzun ısrar ve ikna çabalarıyla ve süreci takip eden avukatlar aracılığıyla sağlanırken kimi zaman da yetersiz şekilde sağlanıyor: Bir otobüs dolusu insana birkaç tane su verip “Bunu aranızda paylaşın” demeleri ya da bozulmaya yüz tutmuş yemekleri vermeleri gibi. Bunlar dışında kötü muamele ve hak ihlali oluşturan diğer durumlara ters kelepçe yapılması, fiziksel şiddet, avukatla sadece ifadeden önce görüşmeye izin verilmesi (oysa gözaltı süreci başladığı andan itibaren kişilerin avukatıyla görüşme hakkı vardır), kelepçesiz ve polislerin olmadığı bir ortamda hekimle görüşme hakkının kısıtlanması gibi örnekler verilebilir.
Bunların dışında LGBTİ+’ların varoluşuna yönelen nefret söylemi içerikli hakaret ve tehditler de oluyor. “Hangi cinsiyetten olduğunu bilemedik”, “Ne idüğü belirsiz bunlar”, “Ben bu bayrağı (gökkuşağı bayrağı) iğrenç buluyorum” demek gibi. Ben İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alındığımda çantamdan çıkan gökkuşağı bayrağına “Oo malzeme bulduk” diyerel el koydular mesela, oysa bayrak herhangi bir suç unsuru oluşturmuyor. Gözaltı sürecinin sonunda eşyalarımızı vermek için salıverme tutanağına imza atmamızı istediler ama ben eşyalarımı aldıktan sonra imza atacağımı söyledim. Otobüse dönerek çantamı aldım ve çıkarken de aracın önünde duran gökkuşağı bayrağımı aldım “Bunu benden almıştınız” diyerek. Polis “Hayır, onu alamazsın, o bizde kalacak” dedi. Ben de “Yok yok alırım, benden almıştınız, geri alıyorum” diyerek artık biraz fiili durum yaratarak o bayrağı alabilmiş oldum.
Avukatların, gözaltına alınan lubunyaların maruz kaldığı hak ihlallerine müdahalesi de belli bir seviyede olabiliyor. Su, yemek, ilaç ve bunun gibi ihtiyaçların sağlanması çoğunlukla avukatların polisleri ikna etmesi sonucu oluyor örneğin, ki aslında polislerin bunu kendiliğinden yapıyor olması gerek. Kişilerin sevki esnasında hastane bilgisini öğrenmek, işkence ve kötü muamelenin belgelenmesini ve buna dair tutanak tutulmasını sağlamak, bunların ifadelere de geçmesini sağlamak, ardından suç duyurusunda bulunmak avukatların yapabildiği diğer bazı işlemler. En nihayet avukatların kendilerinin dahi kolaylıkla gözaltına alındığı ve darp edildiği bir bağlamda olduğumuz için avukatların müdahalesi de daha sınırlı olarak temel ihtiyaçları karşılama ve ihlalleri belgeleme şeklinde oluyor.
İhlal edilen hakların “telafisi” hangi şekillerde ve koşullarda gerçekleşebilir?
Öncelikle iktidarın tüm mekanizmalarıyla ürettiği LGBTİ+’lara yönelik şiddetin ve nefretin doğrudan durdurulması, ayrımcı uygulamalara son verilmesi, LGBTİ+’ların toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını elinden alan tüm yasakların iptal edilmesi, bu hakkı kullanan LGBTİ+’lara açılan davaların doğrudan beraatle sonlandırılması, haksız yere gözaltına alınan kişilerin maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi gibi şeyler geliyor ilk aşamada benim aklıma.
Genel anlamda insan hakları ihlallerinin giderilmesi ve telafisi için de dört dinamikten bahsedebiliriz. Öncelikle “hakikatin inşası” gerekiyor. LGBTİ+’ların başına ne geliyor? Bunların sınırları neler? Bunları yapanlar kimler? Bu kişilerin sorumlulukları neler? Bunların ortaya çıkarılması gerekiyor. Bu bağlamda LGBTİ+’lara yönelen ihlallerin, ayrımcılıkların ve şiddetin hakikatinin inşa edilmesi gerekiyor. İkinci olarak tüm bu süreçlerde yaşanan maddi ve manevi bütün “zararların tazmin edilmesi” gerekiyor. Bu zararlar gözaltı işlemi sırasında yaşanan psikolojik etkilerden gözaltı sonucu öğrencilerin kredilerinin kesilmesine kadar farklı etkiler içeriyor. Üçüncüsü “adalete erişim”, yani devletin bu idari işlem ve eylemlerin hukuksuz ve yanlış olduğunu ve bunların lubunyaların haklarını ihlal ettiğini ortaya koyması, bu işlem ve eylemlerin arkasındaki kamu görevlilerini sorumlulukları ölçüsünde disipline etmesi, kötü muamele ve işkence yasağına aykırı şekilde hareket edenlerin yargı makamlarınca cezai yaptırımlara tabi tutulması. Telafi bağlamında son dinamik de “ihlallerin tekrarlanmasının önüne geçmek”, yani bundan sonra Onur Haftası etkinlikleri ve Onur Yürüyüşleri hakkında yasak kararı verilmemesi, polisin lubunya aktivistleri özgürlüğünden alıkoymaması ve aslında olması gerektiği şekilde onları diğer kişilerden gelebilecek müdahalelere karşı koruması gerekiyor.
Farklı bir aktivist portresi: Kuaför Harun Cici